İstanbul’da bir kafeye girdiğinizde, özellikle üniversite çevrelerine yakın semtlerde, sohbetlerin büyük bölümü birbirine benzer: Sömürgecilik eleştirisi yapılır, kapitalizmden duyulan rahatsızlık dile getirilir, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri masaya yatırılır ve çoğunlukla güncel politik atmosfer
İstanbul’da bir kafeye girdiğinizde, özellikle üniversite çevrelerine yakın semtlerde, sohbetlerin büyük bölümü birbirine benzer: Sömürgecilik eleştirisi yapılır, kapitalizmden duyulan rahatsızlık dile getirilir, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri masaya yatırılır ve çoğunlukla güncel politik atmosfer “otoriterliğe” karşı bir direniş diliyle tartışılır. Tüm bu konular, kendi içlerinde elbette değerlidir. Fakat mesele bu fikirlerin doğruluğundan ziyade, bu fikirlerin artık neredeyse bir “kültürel moda”ya, bir “toplumsal mecburiyete” dönüşmüş olmasıdır.
İstanbul’da kültürel solculuk artık bir fikir değil, bir ortam kuralı gibidir.
Eğer bağımsız sinemayla ilgileniyorsanız, zaten feminist olmalısınız. Tiyatroya gidiyorsanız, haliyle antikapitalist bir duyarlılığınız da vardır. Üçüncü dalga kahve içiyorsanız, varsayılır ki muhafazakâr değerlerle sorununuz vardır. Ve bütün bu tercihler, yalnızca yaşam tarzı değil, bir “yeni soyluluk dili” oluşturur. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün yıllar önce işaret ettiği gibi, kültürel sermaye sadece gelirle değil, hangi estetik kodlara sahip olduğunuzla da belirlenir. İstanbul’un kültürel haritası da işte tam olarak bu sermayenin ağırlık merkezi haline gelmiştir.
Bu noktada fark edilmesi gereken şey, solculuğun kendisi değil, bu çevrelerdeki “tek fikirli çokluk” halidir. Zira bu çevrelerde solcu olmak artık özgür bir tercih değil; entelektüel olmanın, medeni sayılmanın, hatta ‘hassas ve vicdanlı insan’ olarak görünmenin neredeyse önkoşulu haline gelmiştir.
Peki başka türlü düşünenler? Milliyetçi, ulusalcı, seküler yurttaşlık temelinde toplumsal aidiyeti savunanlar? Bu kişiler sistematik olarak “romantik olmayan”, “eski kafalı”, “fazla ciddi”, “estetikten uzak” olarak algılanır. Onların duyguları sahte, sanatı propagandadır. Oysa gerçek hayat bu kadar siyah beyaz değildir.
Kültürel solculuk caziptir. Çünkü estetikle uyumludur, popüler kültüre erişimlidir, çoğunlukla bireyi merkeze alır ve evrensel değerleri savunur. Bu dili konuştuğunuzda entelektüel görünürsünüz. Che posteri, kırmızı bereli tiyatro afişleri, Agnes Varda filmleri, Banksy’nin duvarları, hepsi bir kültürel kod oluşturur. Bu kod, kişiye “ben senin kim olduğunu biliyorum” dedirtir. Bu bir ortak dil yaratır. Ama aynı zamanda bu kod, dışlayıcıdır. Çünkü aynı dili konuşmayanı ya ‘duyarsız’ ya da ‘gerici’ olarak yaftalar.
Bu noktada George Orwell’in uyarısı tekrar gündeme gelir. Orwell, 1945’te yazdığı “Notes on Nationalism” adlı makalesinde, bazı sol çevrelerin kendi ülkelerine yönelik nefretlerinin, onları gerçeklikten uzaklaştırdığını belirtir. Ona göre, sürekli kendi toplumunu aşağılayan bir entelektüel, düşünce özgürlüğü kadar sağduyuyu da kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Ne var ki İstanbul’un bazı kültürel çevreleri bugün hâlâ bu tuzağa düşmektedir.
Oysa milliyetçilik, özellikle seküler ve entelektüel bir biçimde kurgulandığında, yalnızca bir “siyasi aidiyet” değil, aynı zamanda bir duygusal derinlik, bir kolektif estetik biçimi de olabilir.
Fransız düşünür Ernest Renan, “Ulus Nedir?” sorusuna verdiği meşhur cevapta, bir ulusun yalnızca dil ya da ırkla değil, ortak hatıralar ve birlikte çekilen acılarla oluştuğunu söyler. Ulusu tarif ederken, geçmişin ve geleceğin ortaklığına vurgu yapar. Bu bakış açısı, milliyetçiliği yalnızca bir bayrak meselesine indirgeyen bugünkü tartışmaların ötesine geçer. Renan’a göre millet, bir “gönüllü dayanışmadır”. Ve bu gönüllülük, içinde sanatı da, düşünceyi de, şiiri de barındırır.
Bugün İstanbul’da Yahya Kemal okuyan bir üniversite öğrencisi, büyük ihtimalle çevresinde yalnız hissedecektir. Ziya Gökalp’in “hars” kavramına merak saran biri, muhtemelen “düşünsel olarak yorgun” ya da “tutucu” yaftasıyla karşılanacaktır. Oysa bu isimler; şiiriyle, sosyolojiyle, fikir yapısıyla modern Türkiye’nin omurgasını oluşturmuş düşünürlerdir. Onların dili, kaba milliyetçilik değil; incelmiş bir medeniyet özlemidir.
Rabindranath Tagore, hem ulusal kimliğine son derece bağlıydı hem de Batı dünyasına açık, evrensel düşünen bir entelektüeldi. Hindistan’ın sömürge karşıtı hareketine destek vermekle kalmadı, aynı zamanda İngiltere’nin edebiyat çevrelerinde saygı gördü. Çünkü evrensel duyarlılığı, ulusal bilinçle çatışmıyordu. Bugün Türkiye’de böyle bir model neredeyse yok. Ya evrensel olup milliyetçiliği reddedeceksiniz, ya da milliyetçi olup evrenselliğe kapalı olacaksınız gibi sahte bir ikilik dayatılıyor.
Oysa bu çelişki zorunlu değil. Bir kişi hem Nazım Hikmet’i okuyup, hem de Mehmed Âkif’ten etkilenebilir. Hem Fransız düşüncesine hayran olup hem de Türkçülük tarihine ilgi duyabilir. Hem feminist olup hem de kendi milletinin tarihsel hafızasına saygı duyabilir. Gerçek entelektüellik zaten bu karmaşık dengeyi taşıyabilme becerisiyle ortaya çıkar.
Bugün Türkiye’de bağımsız medya, sanat kurumları ve üniversiteler çoğunlukla tek tip bir ideolojik söylem üretmektedir. Belgesel festivallerinde, tiyatro metinlerinde, roman ödüllerinde tekrar eden söylemler hep aynı: otoriterlik eleştirisi, muhafazakârlık karşıtlığı, azınlık hakları savunusu. Elbette bu meselelerin tartışılması gereklidir. Ama neden bu sahnede, örneğin milli hafızayı, yerli kültürü ya da toplumsal dayanışmayı milliyetçi bir çerçeveden ele alan işler yok?
Avrupa’da bile bu çeşitlilik mümkündür. Fransa’da son yılların öne çıkan filmlerinden Le Chant du Loup (Kurdun Şarkısı), askeri değerleri estetize ederken milliyetçiliğe kaymadan bunu başarmıştır. İsrail sineması ulusal hafızayla evrensel kaygıyı buluşturmayı başarır. Almanya’da Habermas’ın anayasal vatanseverlik (Verfassungspatriotismus) modeli, yurttaşlık temelinde bir milliyetçiliğin felsefi temellerini sunar.
İstanbul’un kafeleri, sahneleri, akademik panelleri sol söylemle yankılanırken, başka bir ton sessizce geri çekiliyor: kendi halkını hor görmeden seven, onu fetişleştirmeden korumak isteyen, tarihini öğrenmek isteyen, geleceğini inşa ederken köklerini inkâr etmeyen bir yurttaşın sesi. Bu kişi ne bağırıyor ne öfkeli ne de bastırılmış. Ama var. Ve var olmaya devam edecek.
O yüzden artık sorulması gereken soru şu:
Gerçek entelektüellik, tek tip bir dünya görüşünü tekrar etmek midir?
Yoksa düşünsel çoğulluk içinde, farklı fikirleri bir arada düşünebilmek mi?
Belki de İstanbul’un asıl ihtiyacı tam da budur: Farklı düşünenleri susturmak değil, onları dinleyebilmek. Belki en çok milliyetçiliği “cool” kılmak değil, onu anlamaya çalışmak gerekir.
İskenderiye Kütüphanesi nasıl yok oldu? Bu soru, yalnızca bir binanın değil, insanlık hafızasının en trajik…
Sanatta realizm nedir? Türk resminde nasıl örnekleri vardır? Bu soru, hem sanat tarihini hem de…
Platon İdealar Kuramı: Gerçeklik ve Bilginin Kaynağı Üzerine Bir Düşünce Sistemi Platon, Antik Yunan felsefesinin…
Uyak Nedir? Uyak Türleri Nelerdir? Şiir, insanlık tarihi boyunca duyguların, düşüncelerin ve hayallerin en etkileyici…
7 Meşaleciler Özellikleri: Türk Edebiyatında Bir Aydınlanma Hareketi Edebiyat tarihine baktığımızda, dönemsel olarak ortaya çıkan…
Anksiyete Nasıl Tedavi Edilir? Hepimiz hayatımızın bir döneminde stresli ve endişeli hissetmişizdir. Önemli bir sınav…
Bu site çerezleri kullanmaktadır.
Daha fazla